Ana içeriğe atla

Adaleti kim sağlayacak ?

Hepimizin bildiği gibi, bundan yaklaşık bir buçuk iki ay öncesinde, Türkiye büyük bir olayla çalkalandı.
31 Mart 2015'te, Türkiye çapında saatler süren büyük elektrik kesintileri yaşandı, hava bir açtı bir kapadı, İstanbul'un vaziyeti iç açıcı değildi, neredeyse herkesten duyduğum kadarıyla ''bugünde bir gariplik vardı. ''
Öğle saatlerine doğru da '' İstanbul cumhuriyet savcısı Mehmet Selim Kiraz'ın, Devrimci Halk Cephesi üyesi iki genç tarafından, Çağlayan Adliyesi'nde rehin alındığı'' haberi etrafa yayılmaya başladı.
Üniversite kütüphaneleri etrafında biriken öğrenci kümelerinden, akademisyenlere, avukatlardan savcılara, Okmeydanı'ndan Berkin'in hanesine, her yer bu haber ile doldu taştı. Ne olmuştu ? Bu teröristler ne istiyorlardı ? Amaçları neydi ? Savcının öldürülmesi Berkin'i geri getirecek miydi sanki ? Olan o gençlere olacaktı, oradan sağ çıkamayacaklardı.

Koridorlar boşaltıldı. Çelik yeleklerini şövalye misali bürünen silahlı insanlar içeriye girdi. Çağlayan Adliyesi'nin etrafı  takviye polis kuvvetlerinde donatıldı. İçeriden silah sesleri geldi. Nefesler tutulmuştu. Ortada iki yılın 15 kilo katı bir gerilim vardı, Berkin. Umudun adı. 15'inde, ekmeğine koşuyorken yada koşmuyorken, masumken yada değilken, aleviyken, teröristken.... Devletin sırtını sıvazladığı polisler tarafından katledildi Berkin. Hepimizin bildiği gibi, hepimizin günden güne unuttuğu gibi.

Devletin gözünde ''terörist'' yaftasını yemiş cephe militanlarının, kimilerimizin de arkadaşları olan Bahtiyar'ın ve Şafak'ın talepleri neydi ? Onları Çağlayan Adliyesi'ne girebilecek, savcının başına silah dayayabilecek, ölümü göze alabilecek seviyeye getiren neydi ?
Devrimcilerin talepleri, açıktı ve basitti. Cephe militanları, savcının Berkin'in katilleri açıklandığı sürece serbest bırakılacağını ve ona karşı silahlı bir eylem gerçekleştirilemeyeceğini söylediler. İstedikleri, katillerdi. Kudretinden sual olunmaz devletin elini şıklatmasıyla gözler önüne serilebilecek isimlerdi.

Kapıda başsavcı vekili, Berkin bizim de kardeşimizdi, Berkin'in soruşturmasını, devletin çizdiği sınırlar ve hukuk dahilinde, zamanında sonuca ulaştırmaya çalışıyoruz. Umarız, bugünkü olaydan hiçkimse yara almadan kurtulur tadında cümleler sarf ediyordu.  Çağlayan Adliyesi'nin önüne gelen her bir yetkili kişiden aynı zırvaları duyuyorduk.

''Kimsenin canı yanmadan....Kimsenin canı yanmadan....Kimsenin canı yanmadan...''

Kimsenin canının yanmasını istemeyen büyük yetkili isimlerin ve elbette ki yüce devletimizin de talimatlarıyla, cesedinden 6 tane polis kurşunu çıktığı iddia edilen Mehmet Selim Kiraz ile  Şafak ve Bahtiyar'ın ölümleriyle sonlandı bu hikaye, kısaca. Ancak nerede durmalıydık ? Ney yorum yapmalıydık ? Bir taraf mı seçmeliydik ? Taraf belirleyeceksek, kimlerin safında yer almalıydık ? Benim açımdan, devletin safında olunmaması gerektiği kesindi. Özellikle, katilleri aylardır ortaya kasıtlı olarak çıkarılamayan, devlet eliyle öldürülen bir çocuğun hikayesinde.
Karışık, herkesin kafasından ayrı bir ses çıkarttığı, oldukça politik olan bu olay, neden şimdi aklıma geldiğine gelirsek eğer, günlerdir bir makale ile cebelleşiyorum tabiri caizse. Makale ödevimin temel konusu ise, Albert Camus'un ''The Guest'' adlı öyküsüne dayanıyor. Bu öykü, bu öyküdeki sorgulamalar bana günler önce yaşanmış ve kapanmış bu olayı tekrar yorumlamamı sağladı diyebiliriz. 

The Guest, o dönem Fransız sömürgesi olan Cezayir'de öğretmenlik yapan Daru'nun hikayesi. 
Daru'nun kasabasına bir gün bir polis gelir. Polisin yanında bir eşek, eşeğe bağlı ve yerlerde sürünen de bir arap vardır. Arabın suçu, kendisinin kışlık tahılını çalan bir akrabasını öldürmesidir. Yargılanmayı haketmektedir. Arap'ın bir an önce polis karakoluna teslim edilmesi gerekiyordur ancak polisin şehirde asayişi sağlaması için, oraya geri dönmesi gerekmektedir.Yani, arabı polis karakoluna götürmek artık Daru'nun sorumluluğundadır. Hatta polisin de dediği gibi, eğer Daru Fransız devleti için çalışıyorsa, Cezayirli çocuklara Fransa'nın dağlarını ovalarını öğretiyorsa ve parasını bu şekilde kazanıyorsa, yapması gereken Fransız  devleti adına arabı elleriyle karakola teslim etmesidir...Şimdi Daru ne yapacaktır ? Yaşamı etnik kimliği yüzünden doğmadan önce şekillenen, hayatı mücadele ve zorluklarla geçen,  yiyecek yemeği bile zor bulabilen bu arabın bir de katil olması, onun kafasını iyice karıştırmaktadır. Sonuçta yasalara karşı gelmiş, en önemlisi bir akrabasının canını almıştır arap...Hikayenin devamı, Daru'nın kişisel sorgulamalarıyla, arap ve Fransız devleti arasında gidip gelmesiyle geçer...En sonunda, arabı ne  karakola götürür, öylece diğer arapların yanına...Seçim şansını araba bırakır. Kendisini her ne kadar hiçbir seçim yapmamış, hiçbir müdahalede bulunmamış, hiçbir sorumluluk almamış gibi hissetse de, en büyük sorumluluğu almıştır Daru. Daru, araba bir seçme şansı vermiştir...Artık arabın yapacağı her şeyden, bir anlamda Daru da sorumludur...Arap gidip karakola teslim olur....Ve hikaye, Kant ve Sartre ekseninde kendi yolunu bulur....

Bu hikayeden ve bu olaydan anlamamız gereken nedir peki ? Daru biz olsak, arap cephe'nin militanları, öldürülen arabın tahılını çalan İstanbul savcısı... Fransız devleti de, mevzu devlet ise zaman olduğu gibi bir devlete tekabül etse...
Biz Daru'yuz ve bu hikayeye nereden bakmamız gerekiyor ? Bizim bu üç devrimciyi nereden, nasıl yargılamamız, hangi ahlak çerçevesine oturtmamız gerekiyor ? Açlık içinde olan akrabasının tahılını çalan, bir anlamda kendi refahı için kendisi gibi olanın hakkını (Berkin'in savcısı için bu, kendi aile hayatı ve çıkarları için Berkin'in katillerinin üzerini örtmek olarak düşünülebilir.) onun elinden alması ? Öldürülmeyi hak edip hak etmemesi, onun da bir ailesinin olması.... Oldukça geniş bir eksen, oldukça tartışmaya açık ve oldukça yargılanabilir.... Ama sanırım asıl mesele, şu iki  noktayı kavramamız olacaktır:

-Şiddet, her zaman en büyük düşmandan, her zaman devletten gelir. Öldürülen gencin de katili, savcının da katili, Berkin'in de katili devlettir. 
-Her ne olay yaşanırsa yaşansın, önce kendi vicdanımızı dinlemeliyiz.

Irkçılığı, milliyetçiliği, dinciliği bir fanatizm olarak ön plana koymadan, kendi vicdanımızı dinleyerek ve yaşanan bunca olayı göz önüne alarak, asıl düşmanı tespit edip ona hayır dememiz gerekmektedir. Devlete hayır dememiz gerekmektedir. Çünkü devlet yaparsa, her zaman katliam yapar. 

Eğer 15 yaşında, 15 kilo ölen bir çocuğun katilleri aylarca ortaya çıkarılamadıysa, Berkin'in yanında onlarca ceset, onlarca katliam ve onlarca öfke varsa bizim, kimin ve neyin tarafında durmamız gerektiği bellidir. 
Benim gözümde, yargılanması gereken Şafak veya Bahtiyar değil, Başsavcı ve devlettir. Aylarca yasal yollarla bir yere varamayan bu davanın, artık pes ettirip ellere silah aldırması ve basit bir taleple devletin kapısına dayanması zaten olması gerekendir. Başsavcının kendi çıkarlarını düşündüğü için, Berkin'in katillerini ortaya çıkartmaması, ahlaki olarak onun öldürülmesinden çok daha ''kötü'' bir harekettir. Aradığını devletin yasalarıyla bulamamış bu gençleri, devletin hangi ahlak yasası yargılayabilir...

'' Bütün bunlarda onuruma dokunan bir şey var.'' der Daru karakteri hikayenin sonlarında,
Kısacası, bütün bunlarda Şafak'ın, Bahtiyar'ın, benim ve nicelerinin onuruna dokunan şeyler var...Var ve devlet olmaya devam ettiği müddetçe, bu hep devam edecek....






Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

allah hacı miski kokuyor

bir taraftan baharlar bahçeler küstüm çiçekleri açıyor yüreğimde diğer yandan henüz ak düşmeyen başımla en güzel resimleri, en güzel tabloları, en güzel gri çerçeveli tabloları paramparça ediyorum parçaladıklarımın öcünü almak için kendimden bir resim yapacağım, denizin yarısı esmerşeker olacak bulutlar kepekli ekmek içlerinden bulutların yanına kocaman ergenliğe yeni girmiş bir kadın kedi oldukça kızgın ekmek içinden yapılmış  bulutları yemeyi seven ve güneşe özdeş renkdaş sırdaş kedi tüylerinden yağmurlar bir nevi güneşin yağmuru kuş gibi yağmurlar kuş gibi insanlar hem gagalı hem kanatlı gagası olan bir romeo, kanatları olan bir jülyet bir el uzanacak kuş gibi aşıklara namus borcum olan resmimde bir el uzanacak rabbinin olan, kınalı bir el onlara o el aşıkların saçlarını bir edecek o el aşıkların saçlarından bir yılan yaratacak ve aşıkları bu yılanla öldürecek esmerşekerlerde boğdurarak kedi tüylerini yutturarak ne güzeldir yağmur altında dans etmek dedirttir...

êdî bese lê dayê vaye ez diçim şoreşê

'' Ve tarih, onlarla bizim kavgamızın sürüp duran hadisatından ibarettir. '' Son’baharın evveli. Başına sarı-yeşil-kırmızı oyaların döküldüğü bilmem kaç yüzyıllık, ütüsüz bir ana yüreği uzakta bir köyde, Kürdistan toprağının solmuş çiçeklerini göğsüne bastırıyor. Elleri kolları bağlı ve hep yalnız bir halkın yüreği çökeldi kaldı Kürdistan yöresine. Sesler içli, sesler yakar yüreği olanı, sesler kısılıyor, kısılıyor, bitiyor. İçine göç eder toprağın da, son kurşununu göğe sıkar bir hava. O kurşun ki muktedirlere.   Bir avucuna kara toprak, öbür eşine –burada kısalır hayat yolu- bir yeşildir ki doldur. Eylediğin isyan, bir Neşet, bir hoş Memed o vakıt. Devletlülere attığın taş bir iktidarın kahve falına kısmetsizlik deyi çıkar. Yazık ki şükür edilecek bir hal yok ortada, bir zehir yok içesin. Yok yok, zaten içmeyesin.      Silvan’a uç ey kuş, Silvan'a, Lice’ye. Kalekolların boş başları üzerinden gir Dersim’e. İstanbul’a Gazi’ye uç. Kapısını çal her ananın ! Her ...

rabbiniz bizi kan davalısı, kanlısı bellemiş.

en kadın olduğun anda seni dünyanın en lanetli varlığı olarak gören, senin kadınlığın kanıyor diye bastığın yerleri titreten ve sana lanetler okuyan topraklar yaratan, senin kadınlığın kanıyor diye sana o süreç içerisinde 'ibadet etme' yasağını koyan, sen  kanıyorsun diye sana; bu halde ölürsen dünyada kirli tek bir parçan dahi kalmasın diye tırnak kesme, saç kestirme yasağı koyan, senin kadınlığının kanamasını, senin zayıflığına ve kadınların bir ayın her günü ibadet edebilecek kadar, erkekler kadar güçlü olmamasına bağlayan allah'ı, sen ne yapacaksın ? ben ne yapacağım ? rabbiniz bizi kan davalısı, kanlısı bellemiş. İNADINA İSYAN, İNADINA İSYAN, İNADINA ÖZGÜRLÜK !