Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Pire peygambere and olsun, biz büyük ölmekteyiz.

Yaz gidedursun, eylül sarı kaşlarını çata. Geleduran kışın bütün vehimleri,  domatesler gibi rendelenip, soğuklara saklanıyorlar şimdiden.  Akşamsefaları kadar solgun yaz artık ve kimse onun gibi ekşimiş kokmak istemiyor. Öldüğümüzü anlamadan geçip gitti ağustos. Öldürüldüğümüzü ve öldürdüğümüzü. Bayaderler gibi geçip gitti, hüzünlü nakkareler eşliğinde. Bir yöreden, öbürüne. Kıvrak, tütsülü ve canı burnunda bir güvercindi. Diba örtülerimizi sırtımıza, başımıza geçirmenin zamanı geldi. Yaz geldi geleli, bir biganelik vardı saçlarımda, saçlarımın tozunda. Bana karşı, benim olana. Artık yok, uçuşabiliyorlarsa, gözden içeri. Geçti gitti her şey, geçti gitti. Dün Cuma'ydı, bugün Cuma'lardandı, belki beş metre ötede bir Çarşamba kutsandı. Nev-geçti, ruz-geçti. Yeni bahar, ayın 13'ü kadar uzak şimdi. Bizim, canımız acıyordu oysa hala. Keşke, ama, keşke, daha gitmese miydi ?  Yaz değil miydi bu, bir aksırma, hapşırma işitmişti belki de. Yarıda bırak bütün yeni başlamış...

êdî bese lê dayê vaye ez diçim şoreşê

'' Ve tarih, onlarla bizim kavgamızın sürüp duran hadisatından ibarettir. '' Son’baharın evveli. Başına sarı-yeşil-kırmızı oyaların döküldüğü bilmem kaç yüzyıllık, ütüsüz bir ana yüreği uzakta bir köyde, Kürdistan toprağının solmuş çiçeklerini göğsüne bastırıyor. Elleri kolları bağlı ve hep yalnız bir halkın yüreği çökeldi kaldı Kürdistan yöresine. Sesler içli, sesler yakar yüreği olanı, sesler kısılıyor, kısılıyor, bitiyor. İçine göç eder toprağın da, son kurşununu göğe sıkar bir hava. O kurşun ki muktedirlere.   Bir avucuna kara toprak, öbür eşine –burada kısalır hayat yolu- bir yeşildir ki doldur. Eylediğin isyan, bir Neşet, bir hoş Memed o vakıt. Devletlülere attığın taş bir iktidarın kahve falına kısmetsizlik deyi çıkar. Yazık ki şükür edilecek bir hal yok ortada, bir zehir yok içesin. Yok yok, zaten içmeyesin.      Silvan’a uç ey kuş, Silvan'a, Lice’ye. Kalekolların boş başları üzerinden gir Dersim’e. İstanbul’a Gazi’ye uç. Kapısını çal her ananın ! Her ...

ZULÜM ÇİÇEĞİGİLLERDEN

Fazla gelesi var her şeyin. Bir zeytinin, bir ekmeğin, hiç suyun. Bir ayıbın, bin kere kayıbın. Fazla çalışan organlarının, ifrağındadır hüner. Derim ki:   ‘özlemlerine yolculuk et’ ey can, şükret. Bana öyle bir yağmur yağdırın ki ben yüz yıl harman gezeyim. Tohumlarımı, bakır tencerenin terleyen yağından, kevgirle toplayın. Kafamı bir bardağa sığdırın da sekiz yaşında savaş görmeyeyim. -Yirmidokuz güneşli bir gökyüzünde, canım bulanır hayasızcasına. Öyleyse, güneş kusar, ben içerim. – Ele ayıp, güne doğan. Nüksettin, deşne-i subh ! Evvela beni götür, ardımı bileyim. Bir, iki, üç ! Say evlerini, bağını, kara yoldaşını. Sar. Öyle ki, beni kimse, müdürlüğe kadar yükseltemesin. Ölçemeyelim ki fazla gelmesin. Bir şey değişsin. Şu kuşların dağı, bir gülün dalı, bir yörenin toprağı, bahar yanığı, güz savruğu.  Arzın talebi, kalemin kuvveti ile, yürü !                  ‘’Çingene dia...

Adaleti kim sağlayacak ?

Hepimizin bildiği gibi, bundan yaklaşık bir buçuk iki ay öncesinde, Türkiye büyük bir olayla çalkalandı. 31 Mart 2015'te, Türkiye çapında saatler süren büyük elektrik kesintileri yaşandı, hava bir açtı bir kapadı, İstanbul'un vaziyeti iç açıcı değildi, neredeyse herkesten duyduğum kadarıyla ''bugünde bir gariplik vardı. '' Öğle saatlerine doğru da '' İstanbul cumhuriyet savcısı Mehmet Selim Kiraz'ın, Devrimci Halk Cephesi üyesi iki genç tarafından, Çağlayan Adliyesi'nde rehin alındığı'' haberi etrafa yayılmaya başladı. Üniversite kütüphaneleri etrafında biriken öğrenci kümelerinden, akademisyenlere, avukatlardan savcılara, Okmeydanı'ndan Berkin'in hanesine, her yer bu haber ile doldu taştı. Ne olmuştu ? Bu teröristler ne istiyorlardı ? Amaçları neydi ? Savcının öldürülmesi Berkin'i geri getirecek miydi sanki ? Olan o gençlere olacaktı, oradan sağ çıkamayacaklardı. Koridorlar boşaltıldı. Çelik yeleklerini şövalye misali bü...
sofra bezinde biriken kırıntıları balkonunuza dökün de kuşların midesine iki lokma ekmek girsin. siz de iki rekat susun mümkün ise.
Kahve fallarının karasından, denizlerin endamlı gemilerinin beyazına varan hülyalara aldanarak kendimize ettiğimiz kötülüğün farkına varamadık, gülüşümüze inandık. Simsiyah gökyüzünü kırptığımızı zannetik, güneşe tırmananlara gıptayla baktık. Pastel boyalarımızla zımpara kağıtlarına resimler işlerken, pek neşeli boyaların boylarını parmaklarımızda eskittik. Saadetimizi bastıran sükutun nereden geldiğini sezemedik. Hapazladığımız mutluluğun aslına hiç erişemedik. Sabahları ve bazen akşamları saatleri daha kolay zaptedebilmek için içimize akıttığımız kahvelerin telvelerinden inşa ettiğimiz hanelerimiz, hatırlardan ve hatıralardan mütevellit başımıza çöktü. Karıştığımıza, bir olduğumuza inandığımız yürekleri öyle bir ıslattık ki, çamaşır iplerine serdik onları kurusunlar diye. Dönüyor aman dünya, aman dönüyor alem diye diye yitirdik kendimizi. Zamanın ruhu genç bir kadının etamin işlemesi gibi işledi bir yazgımızı, müşterek kıyametimizi üzerimize. Nice canları kaybettik kemiksiz bayraklar...

allah hacı miski kokuyor

bir taraftan baharlar bahçeler küstüm çiçekleri açıyor yüreğimde diğer yandan henüz ak düşmeyen başımla en güzel resimleri, en güzel tabloları, en güzel gri çerçeveli tabloları paramparça ediyorum parçaladıklarımın öcünü almak için kendimden bir resim yapacağım, denizin yarısı esmerşeker olacak bulutlar kepekli ekmek içlerinden bulutların yanına kocaman ergenliğe yeni girmiş bir kadın kedi oldukça kızgın ekmek içinden yapılmış  bulutları yemeyi seven ve güneşe özdeş renkdaş sırdaş kedi tüylerinden yağmurlar bir nevi güneşin yağmuru kuş gibi yağmurlar kuş gibi insanlar hem gagalı hem kanatlı gagası olan bir romeo, kanatları olan bir jülyet bir el uzanacak kuş gibi aşıklara namus borcum olan resmimde bir el uzanacak rabbinin olan, kınalı bir el onlara o el aşıkların saçlarını bir edecek o el aşıkların saçlarından bir yılan yaratacak ve aşıkları bu yılanla öldürecek esmerşekerlerde boğdurarak kedi tüylerini yutturarak ne güzeldir yağmur altında dans etmek dedirttir...

rabbiniz bizi kan davalısı, kanlısı bellemiş.

en kadın olduğun anda seni dünyanın en lanetli varlığı olarak gören, senin kadınlığın kanıyor diye bastığın yerleri titreten ve sana lanetler okuyan topraklar yaratan, senin kadınlığın kanıyor diye sana o süreç içerisinde 'ibadet etme' yasağını koyan, sen  kanıyorsun diye sana; bu halde ölürsen dünyada kirli tek bir parçan dahi kalmasın diye tırnak kesme, saç kestirme yasağı koyan, senin kadınlığının kanamasını, senin zayıflığına ve kadınların bir ayın her günü ibadet edebilecek kadar, erkekler kadar güçlü olmamasına bağlayan allah'ı, sen ne yapacaksın ? ben ne yapacağım ? rabbiniz bizi kan davalısı, kanlısı bellemiş. İNADINA İSYAN, İNADINA İSYAN, İNADINA ÖZGÜRLÜK !

''Biz ölçülerimizle, ölçtüklerimizin kurbanıyız. '' Sevgilerimizle, sevdiklerimizin.

Nereden başlayacağını bilememeler, neler söyleyeceğini toparlayamamalar, ne hissettiğinden emin olamamalar, yalnız kalıp en iyisi bir kadeh şarap içmeler cumhuriyetine hoş geldiniz. Bugün sizin için değil, kim in için ne yapabiliriz ? Gizlenmek için, gizlice giydiğiniz görünmezlik pelerininizi atınız üstünüzden ki sizli bizli olmayalım. Sizli bizli devam edersek, sizden saçlarımı okşayarak yumuşatmanızı, beraber aynı rüyayı görmeyi, beraber yıldızları söndürüp güneşi uyandırmayı isteyemem çünkü. Siz görünmez olursanız ve ben varlığınızı hissedersem kandırılmış hissederim dahası, en kötüsü. Böyle devam edersek, gelişmiş ülkelerle girdiğimiz bir savaşın en vahşetli anında, sizi kolunuzdan sertçe çekerek sığınaklara götüremem. Ben sizi sığınaklara götüremezsem de siz  acımasız, piç bir kralın kılıcıyla parçaladığı beyaz güvercinler gibi, -beyaz tüyleriniz olmadığı için yeteri kadar ürpertici olmasa da görüntü- darmadağın olursunuz. Ben sizi sığınaklara götürebilirim çünkü ben soğuk ka...

so far so good

hiçbi' zaman sağlam bir arkadaş grubum olmadı. çevremde hep 2-3 sağlam insan oldu, hala da onlar varlar. aslında isterdim böyle geniş bi çevrem olsun, bi ona bok atayım bi buna bok atayım ama hep beraber kalalım filan. olmuyo abi bilmiyom. çoğu insana katlanamıyom zaten, çok bozuyom onları beklemedikleri anda. siktir ediyorum yada bunaltıyolar beni bağırıp çağırıp kaçasım geliyo. ya benim neyime arkadaş çevresi. ben zeynep'le her gün 26a ya gideyim, her gün aynı adamları keseyim bana yeter. temiz iş. bi de toprak. zaten yeni arkadaş edindiğimde çok şaşırıyom nasıl oldu diye. son zamanlarda edindiğim en güzel arkadaşlardan biri sınıfımdan merve heralde. başka da yok. böyle. iy geceler.

hepimizin ederi anıları kadar, ve hepimiz küçüğüz, hayatlarımız dörtgenlere sığdırılacak kadar

antalya kaleiçi,2010, o çarşaflar çok eskidi artık 2013, atlas pasajı, harikalar dükkanı gibi, içeride sihirli diyarlara açılan kapılar var imiş kilyos mutfaklarında arkadaş krepleri boğaziçi üniversitesi sarıtepe kampüsü amaçsız binası, bir natuk birkan değil güney kampüs manzarası

meyveli pasta

Hayatı dolu dolu yaşayamamaktan hayıflenırken; çevrende gördüğün o mükemmel, bulutlardan denizler yaratan hayatları isteme olsaydın sen, onlar olurdun senin hayatın, beyninin enleri beyninden bir şey gelmiyor, en iyisi git meyve soy mesela herkes ayakkabılarının su geçirmediği kadar zaten herkes bacasının tüttüğü kadar ve herkes bir ojenin acılığına paralel portakal, ağacının dallarından kırmızı toprağa düştüğü ana kadar portakal ve bir portakal asla bir çilek gibi kokmamalı herhangi bir dizinin, fevkalade reytingleri aradığımız bu değil mutlu sonlarımız kadar mutsuz sonlarımız var hadi güzel şarkılar dinleyelim

çitlembik

uzaklardaki evlerimize doğru yağmurda yürüdüğümüz geçmiş bir geceden size de merhaba siz bize daha önce selam vermiştiniz çünkü peki kimmiş  bizi üzen puşt, buldunuz mu ? yada bilmiyorum, lüzum var mı bu saatten sonra bunları sorgulamaya ? yeterince varmışız gibi sanki kurtulamamışlık bu serkeşlikten çabalamamışlık ve kaybedilmişlik bütün bunları yaşarken, yolda yürürken ve su içerken düşündüğümüz şeyler: bir dizinin heyecanlı bölüm sonu ve bir programın galibinin kim olacağı soruları, beynimizi kemirirken hep, her zaman ürettiğimiz hiçbir şey yokken ve üretileni taşla parçalayıp, makasla kesip, kağıda sarıp yutuyorken hangi puşt bizi üzen ne var ne yok ne var ne yok biz yokuz onu biliyorum siz var mısınız, biliyor musun? kapınız açık ama bahçeniz yok, köpeklerinizin çimlerinizi yediği o hazin hazirandan hemen sonra, bizim televizyonlarımız kapanmıştı ve şüphe etmiştik 'bir şeylerin varlığından' kırmızı çitlembikleri, köpek maması sandığımız -ki köpe...

varoluşum yokuşu

Her sevginin başlangıcı ve süreci, o sevginin bitişinin getireceği boşluk ve yalnızlık ile dolu. Belirsizlikler arasında belirlemeye çalıştığımız yaşam gibi. Sevgi isteği, kendi kendine yaşamı kanıtlama isteği kadar büyük. Belki kendilerine yaşamı kanıtlamaya gerek duymayan insanlar, sevgileri de derinliğine duymadan, acıya dönüştürmeden yaşayıp gidiyorlar. Ya da sevgiyi sevgi, beraberliği beraberlik, ayrılığı ayrılık, yaşamı yaşam, ölümü ölüm olarak yaşıyorlar. Oysa yaşam ölümle, ölüm yaşamla tanımlı. Ama sen. Senin için her beraberlik ayrılış, her ayrılış beraberlik, sevgi sevgisizlik, duyum duyumsuzluğun başladığı an. Birisinin teniyle yan yana olmak, kendi varoluşumu unutmak mı. Ya da daha derin algılamak mı. Kendi varoluşum. Her varoluş kendisiyle birlikte ölümü getirmiyor mu. Yaşamın, daha doğrusu yaşamın ortasında, tüm özlemlerimin doyumsuz kaldığını nasıl da algılıyorum. Ama artık yorulmaksızın aramak yok. Aranan yaşantılar arandı. Yaşandı. Bir kısmı gömüldü. Yeniden toprak o...
aşiyan yollarından geçerken biz bugün dedik ki, bizim de ölü arkadaşlarımız var ama böyle bir manzara neden varsın mezarlık

her bir kadın (bir sıfata ayrı olmanın yakışmadığı durumlar)

-siktir git bi çay koy, bi de bakkaldan zeytin, ne bileyim ekmek filan al. karnım acıktı. unutulacak muhabbetler yapmıyoruz burda. yıllar sonra dönüp de, 'hatırlıyor musun?' demek istemiyorum, çoktan dönüşmüşken hastane içinden hastane beğenen iki ihtiyara. o yüzden siktir git dedim yoksa; sana yöneltilen 2.tekil şahıs ekini, çay kelimesini ve 'siktir git' cümlesini üçleme yapıp sunmazdım amk yerinde. herkes haddini bilecek. ulan adnan şenses de ölmüş zaten, hayır biz n'apıyoruz burda. çocukken uzun yollarda kasetlerini ailecek dinlediğimiz adamdı be. unutulacak şarkılar yapmamıştı şimdi, allahı var. her ne kadar engel olmamışsa da bazı kara çatallara ve bıçaklara, fena da değildi aramız. üzüldüm.

üçgen gezegenleri, meşru cinayetleri

düyadaki bütün gazeteleri, haber kupürlerini, vahşet fotoğraflarıyla dolu olan dergileri bir araya getirsek yine aynı tabloyla karşılaşırız, hep aynı tabloyla. günlerin, ayların ve yılların, milattan sonraların ve öncelerin bir manası yok. ellerimizde bıçaklar, baltalar ve bilumum kesici aletler. modern bir sanat eseri sunarız, delik deşik bir tablo, kalleşlik ve karanlığa selam çakarak. gelişimimize paralel ilerleyen, gelişimimizle kendini  yenileyen süreçler doğuyor. soruyoruz, hangi gelişim, neyin gelişimi. insanlığımızın diyorum beyler, yüce insanlığımızın. hani çok gurur duyduğumuz, hani bize her gün yüzlerce ülke kurtarma imkanı sunan gelişimi, insanlığımızın. bizi memnun ve mutlu kılan, izdivaç kapıları açan bazı bazı, din transferlerinde kolaylık sağlayan. toplu bir cinnet eşiğinde miyiz acaba ? öyle isek, ben memnunum. unutmamalıyız ki 21. yy'da ne kadar çok cinnet geçirirseniz, o kadar güçlüsünüzdür. sonuçta cinnetiniz, fedakarlıklarınızın ve çalışkanlığınızın kuvvetli...
'' Sakın tepenize bir sırça köşk kurmayınız.. Ama günün birinde nasılsa böyle bir sırça köşk kurulursa , onun yıkılmaz , devrilmez bir şey olduğunu sanmayın. En heybetlisini tuzla buz etmek için üç beş kelle fırlatmak yeter.. '' sabahattin ali /sırça köşk